‘’İnsanlar Sofrası’’

Emilio Santos ölmemeliydi
Türkçe Yayın
Published in
9 min readOct 8, 2019

--

Dıtt Dıtt Dıtt Dıtt..

Dıtt DITTT dıtt DITTTTTTTTT..

DIDIT DIDIT DIDIT DIDIT DDDIIIDTTTTTTTTT..

İnsan gece yatıp gece kalkar mı hiç yataktan? Evet kalkar. İnsan midesi bulana bulana diş fırçalar mı? Evet fırçalar. Üstünü, başını, saçını, 4 dakika içinde düzeltir mi? Belki evet, belki hayır ama olduğu kadarla idare de edebilir. Saat 06;15'se eğer bu hayatta her şey olabilir.

İşe gitmek için evden çıkmak demek; savaşa giden erlere benzemek demektir. Onlar nasıl düşmanlardan korunmak için kendilerine çeşitli hazırlıklar yapıyorlar, savaş boyaları sürüp, full kamufulaj giyiyorsa bizlerde en güzel kıyafetlerimizi giyip boyalarımızı sürüyoruz, parfümlerimizi sıkıyoruz. Onların düşmanlardan saklanma taktikleri varsa, bizim de pekala var. Canımız ciğerimiz (Allah kötü haber getirmesin) askerlerimiz nasıl muhabereye hazırlarsa, ee bizde işe hazır değil miyiz? Ha onlar silahlanmış, ha biz kendimize parfüm sürmüşüz. Onlar orada ecel terleri dökerken, biz de burada başka terler döküyoruz. Hepsi ibadet sayılır. Allah kabul etsin.

Geceden hazırladığım soğuk sandiviçimi aldım, ve kırmızı Ford Fiesta’ma atladım. Hava 0'ın altında -2 ,-3 derece olmalı. Buz gibi. Sıcak yatağında uyuyan komşular umarım ölürler. Arabamın vitesini P ’den R ye taktım, park yerinden geri geri çıkayım diye, fakat sopa o kadar soğuk ki R den D ye alasım inanın ki yok. Direksiyon soğuk, camlar buz tutmuş açılmıyor, yan aynalar zaten Allah’a emanet, arka cam yazları içtiğimiz ya da içmeyi hep düşünüp almadığımız Buzlaş gibi buğulu ve pütür pütür buza benzer bir tabakayla örtülü. Dikiz aynası şu anda sıcak olan tek şey ama oradan da kendime baktığımda saçlarım bok gibi.

Sabah varoluşsal çözümlememi yaptıktan sonra yola çıkıyorum. Klimayı motor ısınmasa da direk 27 dereceye ayarladım ve ellerim, ayaklarım, kollarım, burnum derken her uzvum ısınsın istiyorum. İş normalde 15 dakika sürüyor ama İstanbul gibi bir yerdeyseniz her şeyi planlamanız lazım. Ondan yaklaşık iyi kötü 50 dakika da falan yol alacağız. Ama hiç problem değil. Hatta daha da uzun sürse herhalde kabul ederdim. Çok basit bir sebebi var.

Radyo da Ralvero’dan I want you in my bedroom çalıyor bu arada.

İşe giden yol ne kadar yavaşsa insanlar o kadar mutludur. Servisin sallana sallana gitmesi bizi sadece mutlu eder. Arada dönüşlerde yani virajlarda, beyin bir şeylerin düz gitmediğini anlayıp uyanır ‘’ulan geldik mi’’ der ama daha henüz iki virajı daha olduğunu görünce bir 3 dakika daha uyumak ister. İşe giden en iyi yol en uzun yoldur çünkü. Bundan yapılan bir araştırmaya göre, insanların %73'ü iş yerine bisikletle veya yürüyerek gitmeyi tercih ediyorlarmış. Sebebi çok basit; işe giden yol ne kadar uzunsa insan o kadar mutludur da ondan. O yolu nasıl daha yavaş hale getirebilirsek bizim için o kadar iyidir. Eve dönerken nasıl emniyet şeridinden kaçıyorsak, işe giderken nedense paşa paşa OGS/HGS sıralarında beklemeye razıyızdır.

Neden olmayalım ki? Orası meydan-ı muhabere alanı. Kim savaşa katılmak ister? Hem de savaş senin savaşın bile değilken. Ya da savaş bizim savaşımız olsun, ne fark edecek ki, hem de gözümüzde çapak varken?Hem de kendi savaşımızı verip bunun bile farkında değilken? Hem de bir elinle kaşarlı sandiwiçini yeyip bir elinle direksiyonu tutmaya çalışırken. Hem de telefondan müdürün ‘’Gnydn.. NEREDESİNİZ EMİLİO BEY?’’ derken. Hem de sevdiğin kız henüz mışıl mışıl uyurken. Hem de asla sana yetmeyecek üç kuruş para ve ofisteki sayısız Alicengiz oyunların içindeyken. Hem de bütün şifreli konuşmalara rağmen? Hem de bu saça rağmen?

Arabayı park ediyorum. Takıntılı bir yapım olduğu için kapıyı 2–3 kere kontrol ediyorum. Takıntılı olmam şu anda pek bir işe yaramıyor ama halen sınır harbine girmemi bir nebze de geciktiriyor olması halen hoş. Birilerine günaydın diyerek asansöre gidiyorum. Birileri de bana diyor olabilir bu sırada. Her yerde sıra olduğu gibi burada da sıra var. Asansör bekleme sırası. Telefonu cepten çıkarıp müdüre yazıyorum ‘’Günaydın Müdür Bey. Kaza vardı ondan biraz geciktim. Şu anda asansör sırasındayım. Geliyorum. Bilginize sunarım,’’. Bir de benim hatuna yazalım ‘’Günaydın sen uyu biz çalışalım. Akşama sana geleyim mi bir şeyler alıp, azcık takılırız belki? Bilgine sunarım,’’. DIN. Asansör geldi. Müdür anında gördü yazıyı. Yazmıyor. Manita ne zaman görür, herhalde mesai bitimine doğru. O da komşular gibi bir gün ölürse üzülmem sanırım şu anda.

Asansörde manyakça bir özel alan ihlali var. Savaşa giderken cephe de gibisiniz aynı. Herkes silahlı, parfümlü, siyah boyalı, makyajlı. Eğer yeteri kadar teçhizatınız yoksa imkanı yok bu asansörden bile sağ çıkamazsınız.

Asansörde çalan klasik asansör müzikleri var sanırım ama sadece ses yapıp çalışmayan fan dan dolayı onu da duymakta güçlük çekiyorsunuz. Ama yeteri kadar odaklanırsanız eğer her şeyi yapabilirsiniz. Çalan şarkı;

Beethoven’in 9. senfonisi ‘’Neşeye Övgü’’ ile bitiyor.

Fakat bu güzelim senfoniyi bir ses bombası bölüyor, ‘’Burası ter mi kokuyor? Hayvan mı taşıdınız ya bu asansör de ağbi?’’. Düşman hiç klasik müzikten anlar mı?

Toplantı başlamış bile. Sabah bu kadar erken kalkıp yarı aç yarı tok ve tuvaletimi bile tam rahat rahat yapamamış bir şekilde yinede nasıl gecikiyorum anlamıyorum. Müdür bana hesap sormakta haklı mı biraz? Müdürler hep haklı ve hep haksızdır zaten. İkisi de aynı beden de, aynı ruhta ve aynı andadır. Tıpkı komutanlar gibi. Akıl almaz bir iş.

Bence toplantılar ayakta 10 veya 15 dakika içinde yapılıp bitirilmelidir. İnsan oturunca asla bitmiyor. Çaylar, kekler, börekler, çörekler, siyaset, dizinin son bölümü, maçın ikinci yarısı, çocuk-çocuk nasıldı derken zaten toplantı başlamıyor. Başlasa da yorulmuş oluyorsunuz. Ufak bir taktik; yanınızda yalandan da not alacak olsanız mutlaka mini bir defter ve tükenmez kalem olsun. Düşmanın nereden saldıracağını bilmediğiniz için bu çift katlı çelik yeleği giymeniz de fayda vardır.

Toplantı ekibi; Müdür, mini etekli kadın, beyaz saçlı ağabey, spor giymiş kadın, koltuk altları terlemiş gömlek giymiş erkek arkadaş, ben ve erkek stajyer. Müdürün cinsiyetini söylemeye gerek görmüyorum çünkü hepsi aynı. Kadın da erkek de olsa fark etmez. Ruhları eşit. Silahları masaya koyduk ve sessize aldık. Ansızın uyanmaz uyanmaz benim hatun uyanır tetiği çekmek zorunda kalmayalım. Bizde patlamasın. Çömezi de uyarıyorum sessize al diye. Ona da yazık. Benim yanıma düşmeyip mini etekli kadının yanına düşseydi eğer o onu uyarmazdı belki. Şöyle düşünün savaş anında kim kime güvenebilir ki? İş hayatında kendine bile güvenme. Toplantı başlıyor.

Konumuzun girizgahı müdürden geliyor; …………..so, hadi start verelim o zaman artık meeting’imize.

Müdür; ……………. ve …….. ayrıca ……. sonuç olarak…….Push edelim!

Spor giymiş kadın;……….. noway! ……. OKey………. sonra…… ah oh my god oldum!

Beyaz saçlı ağabey; ……… ‘’Hapşu!’’

Herkes (koltuk altları terlemiş gömlek giymiş arkadaş hariç); Çok yaşayın.

Beyaz saçlı ağabey; Sizde görün. ……………. ah, Okey go on please…….. Şifayı da kaptık herhalde bir yerden ama.

Spor giymiş kadın; Evet bu aralar çok salgın var……… başka bir toplantı mı set etsek? ……. …… ……. It’s no yani…….

Mini etekli kadın; No, bu direkt ignore edilmeli….. …… ….. sooo, what else? ….. …… …… Çayları mı tazelesek?

Spor giymiş kadın; Refreshleyelim mi çayları yani?

Beyaz saçlı adam;It’s ok benim için. All içer herhalde.

Henüz acemi erimiz olan stajyerimiz bana doğru hafifçe eğilerek; Emilio Bey bunlar nece konuşuyor?

Ben; Şifreli konuşuyorlar canım. Savaş esnasında bu önemlidir. Ne kadar şifreli konuşursan o kadar düşmanın sana yaklaşmasını engellersin. Bu esas olandır. Ne konuştuğundan çok nasıl konuştuğuna bakarlar. Savaştaki ilk kural ‘’Survive’’ etmektir. Sonrası gelir.

Stajyer; Şu terli arkadaş neden hiç konuşmuyor?

Ben;Bilmem. Ya çok akıllı ya çok salak. (Sahi neden hiç konuşmuyor?)

Müdür; Emilio Bey! Sizin ekleyeceğiniz bir şeyler yok mu?

Ben; Var.

Bütün konuşmaları dinledim sayılır, en önemli yerleri alacağım, en önemsizleri almayacağım, mayın tarlasında mayınlara basmamaya çalışan bir erbaş gibi, kıvrak manevralarla, şifreli sözcüklerle ağzımla pimi çekip düşmanın eline bombayı tutuşturacağım. İşin kötüsü düşman da içimizde. Bundan savaş bu kadar zor. Savaşımız bizi yozlaştırıyor, Ural Altay dil ailesinden gelen güzelim Türkçe’yi ‘’cut’’ ediyor. Bundan dolayı meeting’ler set edilip herkes push ediliyor. Yoksa kimse ayarlanmış olan toplantılara durup dururken katılmıyor. Herkes bir invite bekliyor. Ama davet ederseniz eğer icabet edeni bulamıyorsunuz.

Müdür; Yes. Konuş bakalım. Quick canım. Ne düşündün bu kadar?

Ben; (Beyaz saçlı adamın tecrübesini, kadınların pratik zekasını, stajyerin acemi ruhunu ve de terli arkadaşın sessiz mahmurluğunu birleştirip yarı şifreli yarı Türkçe bir iksir karışımını müdüre içiriyorum) Müdür Bey, öncelikle herkese iyi haftalar dilerim…….. ….. …… ….. ….. ….. …. …..

Ben; …….

Ben; …….

Tekrar ben;………

Müdür; Hı hı hı hı. OKey, devam.

Biraz daha uzun sürerse bu ikili cenk etmemiz, jarjörüm/şarjörüm boşalacak. Bu yarı İngilizce sisteme, bu bitmek bilmeyen toplantılara, hiyerarşik düzendeki normalde sokakta görsen su vermeyeceğin Bey’lere Hanım’lara, herkesin kendi bacağını kurtardığı, rakibin ayağını kaydırdığı bu nazi biçimi, güçlülerin ayakta güçsüzlerin toprakta kaldığı kaotik savaş düzenine, sabah radyodaki şarkıyı bitiremeden arabadan inmeye, Türkçe’yi ofislerde korumaya çalışırken şifreli konuşmaları da ayrıca anlamaya ve de ayak uydurmayı denemeye, geceye ve güne, ofiste geçmeyen-evde hızlı geçen bütün zamanlara ve bütün işi olan işsizlere yazık olacak. Sırf bunlardan dolayı bile bütün bilgilerimi vermeye devam ederek kendimi kurtarmaya, survive’a devam etmeliyim. Sömürülmemiz gerek. Bir savaşta yeteri kadar kan dökülmezse o ateş hattı düşmez.

Telefonum titriyor. Sahi bu terli arkadaş neden tek bir kelime etmiyor? Telefona bir yan gözle bakıyorum, benim kız ‘’akşama gel, I want you in my bedroom’’ diyor. Casus olabilir mi? Olası. Çünkü hem Türkçe hem de yabancı cayı aynı anda konuşuyor.

Terli arkadaşın kocaman başı çat diye masaya düşüyor bu esnada. Kıza cevap bile veremedim. Tamam canım diyemedim. Tamam dedim send e bastım. Send mi? Bende mi casusum yoksa? Hatta o kadar iyi bir casusum ki belki de bunu ben bile bilmiyorum. Bir anda savaşın şifreli dili olan plaza dili kendini halis muhlis Türkçeye bırakıyor. Hep bir ağızdan;

AMAN ALLAH’IM!

1–2!

ONA NE OLDU?

1–2!

O YOKSA?

3–4!

YOKSA O?

3–4!

Kadın veya erkek olan müdürümüz soğukkanlılığını koruyor. Kalp masajı yerini uygun adım marşa bırakıyor. Kafam dağılıyor. Urgent diyecekken acil durum diyor müdür. Kadınlarımız çığlık çığlığa. Beyaz saçlı ağabeyimiz daha önce bunu yaşadı ki direk odadan çıktı kolanya soruyor. Stajyer kala kaldı. Ben de olayları izliyorum açıkçası. Terli arkadaş baya baya savaş alanından sağ çıkamayacak gibi duruyor. Nizamiyeden gelen mavi yakalı arkadaşlar koca kafalı terli adamı sedyeye yatırıyorlar ve gidiyorlar. Gazi mi oldu şimdi o? Maraşel? Hayır. Patron sadece maraşel olur. Ölmesine de gerek yok. Elini kesmesi yeterli. Biz sadece istatiksel bir veri raporu.

Akşam manitadayım. Viskimi ve meyvelerimizi hazırlamış. Bugün ki başıma gelen olayları anlatıyorum ona. Dudaklarında kaybolmadan önce. Gözleri çok güzel kızın. Zeytin gibi. Keşke inat etmeyip saçlarını da azıcık uzatsa. Ona bunu yine söylüyorum uzat şu saçlarını diye, o da sen kendi saçına bak diyor ve bu gün için haklı olduğunu düşünüyorum, en son sabah aynadan bakmıştım ve o saat bu saat oldu düzeltme şansım da olmamıştı. Yanıma sokuluyor. Pek sevmesem de bu gün içimde kaldı klasik bir müzik çaldırıyorum arkadan kıza müzik kutusundan, o da eliyle sağa sola sallanarak aptalca ama sevimli bir şekilde keman çalma hareketleri yapıyor. Arabayı ne zaman değiştirip yenisini alacaksın diyor. Ben de bunu sevdiğimi söylüyorum ona. Benim savaşa giderken ki kullandığım at arabam bu diyorum. Biraz anlıyor biraz anlamıyor. Çokta önemli değil. Eğer sabahları ben işe giderken o uyumuyor olsaydı ona daha detaylı anlatırdım belki. Ama şu anda değmez.

İkimizin de casus olma ihtimali, hem de kendi savaşımızda olması bu durumun kafamı karıştırıyor. Aslında kafamı karıştıran bir çok şey olduğuna eminim şu anda. Bizler neden 5 gün savaşıp 2 gün dinleniyoruz? Ya 7 gün savaşanlara ne demeli? Yazık değil mi onlara? Tabi ki de bir ganimet alıyor herkes kendine göre, bu mücadele de yer almayan halka karşılaştığında, ancak neden kimse mutlu değil? Acaba şifreli konuşmayıp kendi öz dilimizi kullanarak mücadele versek, hem de kendi milletimizle daha mı iyi olurdu? Ya da ofisler de sürekli hava alabileceğimiz bir mekanizma olsa? İstanbul daha boş olsa? Biraz daha geç kalksak? Veya komutanlar biraz daha insiyatifli ve anlayışlı mı olsa? O zaman da biz tepelerine çıkar isyan çıkartırız.

Türklerin Türklerle yabancı olarak konuştuğu şifrelerle dolu bir iş yaşamımız var. Herkes düşman. Sen de bir başkalarının düşmanısın. Yeter ki kuyruğun sıkışsın bir yere. Ben bile bunu yaparak anlattım size hikayemi ve siz de bunu okurken bu tonlamalarla okuyacağınız için sizi de dil casusu mu ediyorum acaba? Telefonum ışığı yanıyor ve bir mail geliyor. Gördünüz mü? Savaş siz nefes aldığınız sürece devam ediyor. Keşke bu kadar yalan olmasa. Biraz eşitlikten kimse ölmezdi. Ya da ölürdü. En çok çalışan en az parayı alandır.

Viskim bitmiş, kız arkadaşım ikincisini doldurmuş ve onun da yarısına gelmişim bile, farkında değilim. Gördünüz mü? Evde bile kafanızın içindeki seslerden rahat yok.

Yinede mutluyum. Bir gün daha bitti. Bir kişinin daha başı kesildi, ama benim henüz kafam bedenimde. Yaşıyorum. Sabah alarmla uyanan benken o terli adam belkide şu anda hastanede bu alarmın farklı bir kesintisi son bir kez dinliyor. Dıtt Dıtt Dıtt Dıtt.. Dıtt DITTT dıtt DITTTTTTTTT.. Gel kız buraya deyip onun dudaklarına yapışıyorum. Beli incecik.Henüz uyuyup uyanmamıza ve cephelere gitmemize tam 8 saat var. Açıyoruz aptal kutusunu bir film denk gelir belki diye.

Geliyor da.

Er Ryan’ı kurtarmak.

--

--